Salvador Dali ispanyol asıllı, günümüzün en önemli ressamlarından
birisidir. Sürrealizm (gerçeküstücülük) akımı onun ismiyle özdeş duruma gelmiştir.
Yaşadığı zaman ve mekan da kendisi gibi başka bir ressam daha vardır. Picasso.
Kubizm de Picasso ismi ile özdeştir.
Türkiye’de bilinir bu iki ressam. Türk (iye) solunda ki
kişilerle Avrupa insanı arasında göre
fark vardır, bu iki ressam’a bakış olarak. Picasso komünist, solcudur. Salvador
Dali ise falanjist, Franco’cu, hatta bir faşisttir. Türkiye sol idealistleri
faşist, komunist gibi basit bir bakış açısıyla hemen etiketi yapıştırır,
tanımlar. Kendini bir aydın olarak görüp resimi, ressamı, sanatını tanımlamaya
incelemeye kalkmaz. Avrupa insanı kendi medeniyetine, kültürüne, sanatına sahip
çıkar. Avrupalılar için sanatçının kişisel siyasi görüşünün hiç bir önemi
yoktur. O yapılan sanatı anlamaya çalışır. Bizim Türkiye’miz de olduğu gibi
siyasi bir etiket yapıştırmaya kalkmaz. Bu durum sadece sanatçılar için değil, bilim insanları içinde geçerlidir.
Tangerine
Dream, Almanyalı bir elektronik progresif (ilerleyici) rock türünün öncüsü bir
grup. Edgar Froese ve bir kaç arkadaşı tarafından 1965-1966 yıllarında kurulmuştur.
İlk albüm kapaklarının resimlerini yukarıda bahsettiğim Salvador Dali tasarlar.
Tangerine Dream’in 150’ye yakın albümü vardır. Japon Kitaro, Yunan Vangelis’in müziklerinin
temeli Tangerine Dream’dir. Vangelis 80’ler de Carl Sagan’ın evren
belgeseli serisinin müziklerini de yapmıştır. Şuan da bütün dünyalılarca
bilinen bu müziğin icatçıları Türkiye’dekiler gibi düşünürsek, yahut solcular
gibi düşünürsek Tangerine Dream ilk albüm kapak resimlerini Salvador Dali’ye
yapıtırdığı için faşisttir. Çünkü Salvador Dali yaşadığı dönemde İspanya
Diktatörü Franco’yu desteklemiştir.
Bizim solumuz ve diğer ülkelerin solu gibi aynıdır. Marksizmin
onlara öğütlediği şablonu beyinlerine yerleştirmişlerdir. Herhangi bir sorunla
karşılaştıkları zaman marksizmin onlara öğütlediği şablonu kullanırlar.
Yani diyalektik.
Önündeki herhangi bir karmaşık (yada basit) sorununun
parçalarını birbirlerinden ayırıp, daha sonra iki zıtlık oluşacak kadar bölüp,
sonuç çıkarmaktır, diyalektik. Karl marx buna zıtların birliği der. Engels’de
hemen üzerinde çalışmaya başlar. Doğa’ya, Tarihe, sosyolojiye uygular.
Gerçekte diyalektik yada
bu zıtların birliği düşüncesi eski çağlara, milattan öncesine kadar gider.
Varacağı yer, ne Latinler ne de eski Yunanlardır. Vardığı yer Ortadoğu’dur…
En eski medeniyet olarak Sümer medeniyetini biliriz.
Bu insanlar doğayı, insanı ve dünyayı tanımlamaya çalışırken Atalarını doğa’ya
yansıtmışlardır. Bu yüzden her doğa olayı atalarının isimlerini kullanarak, bir Tanrı olarak
algılanır. Sonrasında gelen Babil’liler (şehir imparatorluğu, yaklaşık 2 bin
yıl sürdü, Persler tarafından m.ö. 5 asırda yokedildi.) bu geleneği devam
ettirdiler. Ancak sümerliler haricindeki bir çok topluluklar şehirleşirken
doğanın daha kolay anlaşılması için doğa tanrılarını eleyerek iki zıt kavram
oluşturdu. Allah ve Şeytan. Bu ikilik (dualizm) düşüncesi ahlaki, sosyal, siyasete kadar ingendi. Haram(Günah)-Sevap,
İyi-Kötü, Doğru-Yanlış. Perslerin Babillerin egemenliğini yıkmasıyla,
karşısında duracak bir güç kalmayınca kendi inançları mithra (güneş inancı)
bütün Anadolu’ya yaymaya başladılar. Yunan Pers savaşında da Perslerb bu pratik
basit felsefe düşüncesini yunan düşüncesine hakim hale getirdiler. Hermes
(Perslerin mithra inancında ki Tanrı Ahura mazda’nın yunancada ki söylenişi)
yada hermesçilik bu dönemde ortaya
çıkmıştır. Perslerin mithra inancında bu ikilik (dualizm) bulunur. Tanrı
Ahura mazda; kötülüğü simgeleyen Ehriman’a karşı. Ama Pers öncesi Anadolu’da ki
inançlar da böyle bir ikilik bulunmaz. Ne Hititler de, ne Frigyalılar da, ne de
Lidya ve diğerlerinde. Orta asya’da at sırtında oradan buraya dolaşan Türklerde
de bu ikilik söz konusu değildir. Eski Yunan’da olmadığı gibi Etrüsklerin
yanına yerleşen Latinler’de de bulunmaz. Ki Roma (Latin) imparatorluğu
incelenirken, Pagan Roması ve Hristiyan Roma diye ayrı ayrı bakılıp incelenir.
Sümerler de, Anadolu’da, Eski Yunan’da ki gibi Türkler de
bulunmaz dedik. Türkler de de diğer eski toplumlarda ki Tanrılara benzer doğa
güçleri vardır. Bunlar iyi ve kötü diye alınır. Gök’te Tengri varken, aşağıda
yer-su güçleri (kötü ruhlar yerin altındadır) vardır. Türkler de bu ikilik
(dualist) temelli bir toplum oluşturulmadığı için yerleşik dini kurumlar
yoktur. Dolayısıyla kendisini Tanrı temsilcisiyim diye adlandırılan kişiler
tarafından diğer insanlar takdis edilmezler o inanca girerken. Ortaasya’da rahipler
yerine Kam’lar bulunur. Ancak onlar karar verme mercileri gibi işleri
yapmazlar. Bu ikilik (dualizm)’e sahip olan toplumlar takdis edilmişler
tarafından oluşurken, hükümdarlar takdis edilirler. Bu takdis Araplar’da mukaddes olarak varolur. Takdis’i yapan
rahip (ruhban sınıfı) islamın gelişiyle işlevini yitirir, ama mukaddes (takdis
edilmiş olan) kavram olarak devam eder.
Türkler de
ise Kut kavramı vardır. Gök (Tanrı) tarafından liderlere, beylere, kağanlara
Kut verilir. Sadece
insanların kut alması söz konusu değildir. Doğa’da ki canlı cansız herşeye kut verilebilinir.
Tabii sadece Gök tarafından Kut verilmez
yada Gök’ten alinmaz Kut. Yer-su güçlerinden de Kut alınır yahut Yer-su güçleri
Kut verir. Örnek olarak, savaşı kaybeden Türkler intima almak için dağlara
çıkar, yer-su güçlerinden birisi olan Erlik han’dan yardım isterler. Yer’in
altında Erlik han (yerlik) ve onun yanına ceza çekmeye gönderilenler vardır. Erlik
han onlardan bir ordu hazırlamıştır. Türkler intikamlarını yüzlerine maske
takıp, saçlarını kazıtır, bedenlerine yaralar açarlar, Erlik Han’ın askerleri
olduklarını düşünerek, düşmanlarının şehirlerini akın eder, yakıp, yıkar yağmalarlar.
(İskit, Hun ve eski Türk askerlerinin bedenleri yara izleriyle doludur ve
atalarını anma adına dövmeleri de vardır )
Anlatmaya çalıştığım,
İkilik kavramının sonuçlarından birisi olan ortadoğu’da ki gibi takdis kavramının
olmayışıdır. Takdis iyi Tanrı, Ruh yada Doğa güçleri temsilcileri tarafından rahiplere
verilir. Ortaasya’da ki ve Türklerde ki Kut kavramı ise hem iyi Tanrı, Ruh yada
güçlerden hem de kötü Tanrı, ruh yada güçlerden alırlar. Bu durum Anadolu(kuzey
kavimleri), Eski Yunan, ve Çin’de de böyledir.
Türkler Farslar
olan savaşlarından sonra ikilik düşünce sistemine girmeye başlar. Türk Fars
savaşları öncesi, Türkler ve Çinliler Taozim gibi düşüncelerle dünyayı yorumlamaya
çalışır. Türkler Farslarla olan ilişkisinden sonra, Çinliler de Konfüçyus
sonrası bu düşünce geleneğini bırakır. Çinliler için daha sonra (türkler de
buna dahil) Budizm gibi hareketler olmuş olsa bile, Büyük devrimci (!) mao
Zedung; 1949 sonrası hemen Konfüçyus’a
sarılır, Çin Komünist Partisi Konfüçyus’u, sözlerini heryere taşır. Budist
düşüncesi ise toplum içinden yokedilir.
Avrupa’da ki
Rönesans ve Reform hareketleri sonuçu Aydınlar doğa’yı, insanı, evreni bu
ikilikten uzak olarak tanımlamaya çalışır. Taa ki Hegel’e kadar.
İkilik(dualizm)’i temel almış Hristiyanlık, Yahudilik, İslam gibi inanışlara
karşı duran Rönesans düşüncesi Hegel ve ardılları K. marx, F. Engels, F.
Nietszche, G. Lukas’la önüne geçilir (kısmen yok edilir) 3 bin, 3 bin 500
yıllık düşünce sistemin ikilik yada onların deyişiyle diyalektik tekrar
hortlatılır. Hatta marx’ın düşünce sistemine Bilimsel (!) Sosyalizm bile denir.
(Marksizm Rönesans düşüncesinde geri dönüştür aslında)
Günümüzde kendini
solcu, marksist diye tanımlayanların İslam’ı, Hristiyanlığı körü körüne
savunanlardan pek te bir farkları yoktur.
Örneğimiz Celal
Şengör ile ilgili;
Celal Şengör’ü
Tv’lere çıkmadan çok önceleri (2000’lerin başları)Cumhuriyet Gazetesinin Bilim
ve Strateji ekinde ki yazılarından hatırlıyorum. Orhan Bursalı editörlüğünü
yapar ekin. Yıllardır pek değişen birşey yok. Her ikisi de yıllardır aynı
Cumhuriyet ekinde yazılarını yazar. Celal Şengör 7-8 yıl önce bir program’da
Evrim tartışmasına bir bilim insanı olarak katılır. Program sonrası yıllarda
İslamcı bir çok insan tarafından hedef tahtasına oturtulur. Youtube gibi sitede video hazırlanır, ‘bunun gibi bir
hocayı üniversitemizde istemiyoruz’, okuldan ayrılsın imza kampanyası düzenlenir.
Kısa bir süre
önce Celal Şengör; 12 Eylül konulu söyleşisinde dışkı’nın (Bok
yemenin)biyolojik olarak çokta zararlı olmadığını anlatmaya çalışır. Kafaları
herhangi bir islamcıdan (yada tarikatçıdan) pek te farklı olmayan solcu,
marksistler tarafından yine hedef tahtasına konur. Kendi üniversitesinde ki bir
çok solcu aydın(!) öğrenci ve öğretim görevlisi tarafından okuldan atılması
için imza toplamaya başlanır. Bu da yetmez
Üniversitede ki odasının önüne dışkı (bok) konur.
Evrimi anlattı
diye sağ düşünce tarafından hedef tahtasına koyanlar ile, Dışkı’yı biyolojik
olarak anlattı diye kapısına bok koyanlar, aslında aynı düşünce sisteminin
insanları...
Bu ülke de olduğu
kadar Avrupa’da yada diğer ülkeler de yok, ama tamamen yok anlamında değil.
Avrupa’lılar da var. Diğer bütün ülkeler de olduğu gibi. Ben marksist değilim, marksizm
saçma sapan bir düşünce dediğim zaman, nasyonalistsin, faşistsin o zaman diyen
Avrupa’lılar da var.
Nasıl bir müslüman
için, müslüman olmayan kafirse, gavursa(kafir’in farsça söylenişi) hatta münafık
bile olabilir, bir solcu için de, solcu olmayan faşisttir. Bir sonraki aşamasında
halk düşmanı bile olabilir. 12 Eylül öncesinden hatırladığımız gibi. Ve bize
neler getirdiğini de, bizden neler götürdüğünü de gördük.
Din adı altında
yapılanları anlatmaya gerek bile yok.
Fransız bir
aydının bir sözü çok hoşuma gider. Din toplumların afyonu ise, marksizmde
Aydınların afyonu’dur.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.