23 Aralık 2015 Çarşamba

Celal Hoca

Salvador Dali ispanyol asıllı, günümüzün en önemli ressamlarından birisidir. Sürrealizm (gerçeküstücülük) akımı onun ismiyle özdeş duruma gelmiştir. Yaşadığı zaman ve mekan da kendisi gibi başka bir ressam daha vardır. Picasso. Kubizm de Picasso ismi ile özdeştir.

Türkiye’de bilinir bu iki ressam. Türk (iye) solunda ki kişilerle Avrupa insanı arasında  göre fark vardır, bu iki ressam’a bakış olarak. Picasso komünist, solcudur. Salvador Dali ise falanjist, Franco’cu, hatta bir faşisttir. Türkiye sol idealistleri faşist, komunist gibi basit bir bakış açısıyla hemen etiketi yapıştırır, tanımlar. Kendini bir aydın olarak görüp resimi, ressamı, sanatını tanımlamaya incelemeye kalkmaz. Avrupa insanı kendi medeniyetine, kültürüne, sanatına sahip çıkar. Avrupalılar için sanatçının kişisel siyasi görüşünün hiç bir önemi yoktur. O yapılan sanatı anlamaya çalışır. Bizim Türkiye’miz de olduğu gibi siyasi bir etiket yapıştırmaya kalkmaz. Bu durum sadece sanatçılar için değil, bilim insanları içinde geçerlidir.

Tangerine Dream, Almanyalı bir elektronik progresif (ilerleyici) rock türünün öncüsü bir grup. Edgar Froese ve bir kaç arkadaşı tarafından 1965-1966 yıllarında kurulmuştur. İlk albüm kapaklarının resimlerini yukarıda bahsettiğim Salvador Dali tasarlar. Tangerine Dream’in 150’ye yakın albümü vardır. Japon Kitaro, Yunan Vangelis’in müziklerinin temeli Tangerine Dream’dir. Vangelis 80’ler de Carl Sagan’ın evren belgeseli serisinin müziklerini de yapmıştır. Şuan da bütün dünyalılarca bilinen bu müziğin icatçıları Türkiye’dekiler gibi düşünürsek, yahut solcular gibi düşünürsek Tangerine Dream ilk albüm kapak resimlerini Salvador Dali’ye yapıtırdığı için faşisttir. Çünkü Salvador Dali yaşadığı dönemde İspanya Diktatörü Franco’yu desteklemiştir.
Bizim solumuz ve diğer ülkelerin solu gibi aynıdır. Marksizmin onlara öğütlediği şablonu beyinlerine yerleştirmişlerdir. Herhangi bir sorunla karşılaştıkları zaman marksizmin onlara öğütlediği şablonu kullanırlar. 

Yani diyalektik.

Önündeki herhangi bir karmaşık (yada basit) sorununun parçalarını birbirlerinden ayırıp, daha sonra iki zıtlık oluşacak kadar bölüp, sonuç çıkarmaktır, diyalektik. Karl marx buna zıtların birliği der. Engels’de hemen üzerinde çalışmaya başlar. Doğa’ya, Tarihe, sosyolojiye uygular.

Gerçekte  diyalektik yada bu zıtların birliği düşüncesi eski çağlara, milattan öncesine kadar gider. Varacağı yer, ne Latinler ne de eski Yunanlardır. Vardığı yer Ortadoğu’dur…

En eski medeniyet olarak Sümer medeniyetini biliriz. Bu insanlar doğayı, insanı ve dünyayı tanımlamaya çalışırken Atalarını doğa’ya yansıtmışlardır. Bu yüzden her doğa olayı atalarının isimlerini kullanarak, bir Tanrı olarak algılanır. Sonrasında gelen Babil’liler (şehir imparatorluğu, yaklaşık 2 bin yıl sürdü, Persler tarafından m.ö. 5 asırda yokedildi.) bu geleneği devam ettirdiler. Ancak sümerliler haricindeki bir çok topluluklar şehirleşirken doğanın daha kolay anlaşılması için doğa tanrılarını eleyerek iki zıt kavram oluşturdu. Allah ve Şeytan. Bu ikilik (dualizm) düşüncesi ahlaki, sosyal, siyasete kadar ingendi. Haram(Günah)-Sevap, İyi-Kötü, Doğru-Yanlış. Perslerin Babillerin egemenliğini yıkmasıyla, karşısında duracak bir güç kalmayınca kendi inançları mithra (güneş inancı) bütün Anadolu’ya yaymaya başladılar. Yunan Pers savaşında da Perslerb bu pratik basit felsefe düşüncesini yunan düşüncesine hakim hale getirdiler. Hermes (Perslerin mithra inancında ki Tanrı Ahura mazda’nın yunancada ki söylenişi) yada hermesçilik bu dönemde ortaya çıkmıştır. Perslerin mithra inancında bu ikilik (dualizm) bulunur. Tanrı Ahura mazda; kötülüğü simgeleyen Ehriman’a karşı. Ama Pers öncesi Anadolu’da ki inançlar da böyle bir ikilik bulunmaz. Ne Hititler de, ne Frigyalılar da, ne de Lidya ve diğerlerinde. Orta asya’da at sırtında oradan buraya dolaşan Türklerde de bu ikilik söz konusu değildir. Eski Yunan’da olmadığı gibi Etrüsklerin yanına yerleşen Latinler’de de bulunmaz. Ki Roma (Latin) imparatorluğu incelenirken, Pagan Roması ve Hristiyan Roma diye ayrı ayrı bakılıp incelenir.

Sümerler de, Anadolu’da, Eski Yunan’da ki gibi Türkler de bulunmaz dedik. Türkler de de diğer eski toplumlarda ki Tanrılara benzer doğa güçleri vardır. Bunlar iyi ve kötü diye alınır. Gök’te Tengri varken, aşağıda yer-su güçleri (kötü ruhlar yerin altındadır) vardır. Türkler de bu ikilik (dualist) temelli bir toplum oluşturulmadığı için yerleşik dini kurumlar yoktur. Dolayısıyla kendisini Tanrı temsilcisiyim diye adlandırılan kişiler tarafından diğer insanlar takdis edilmezler o inanca girerken. Ortaasya’da rahipler yerine Kam’lar bulunur. Ancak onlar karar verme mercileri gibi işleri yapmazlar. Bu ikilik (dualizm)’e sahip olan toplumlar takdis edilmişler tarafından oluşurken, hükümdarlar takdis edilirler. Bu takdis Araplar’da mukaddes olarak varolur. Takdis’i yapan rahip (ruhban sınıfı) islamın gelişiyle işlevini yitirir, ama mukaddes (takdis edilmiş olan) kavram olarak devam eder.

Türkler de ise Kut kavramı vardır. Gök (Tanrı) tarafından liderlere, beylere, kağanlara Kut verilir. Sadece insanların kut alması söz konusu değildir. Doğa’da ki canlı cansız herşeye kut verilebilinir.  Tabii sadece Gök tarafından Kut verilmez yada Gök’ten alinmaz Kut. Yer-su güçlerinden de Kut alınır yahut Yer-su güçleri Kut verir. Örnek olarak, savaşı kaybeden Türkler intima almak için dağlara çıkar, yer-su güçlerinden birisi olan Erlik han’dan yardım isterler. Yer’in altında Erlik han (yerlik) ve onun yanına ceza çekmeye gönderilenler vardır. Erlik han onlardan bir ordu hazırlamıştır. Türkler intikamlarını yüzlerine maske takıp, saçlarını kazıtır, bedenlerine yaralar açarlar, Erlik Han’ın askerleri olduklarını düşünerek, düşmanlarının şehirlerini akın eder, yakıp, yıkar yağmalarlar. (İskit, Hun ve eski Türk askerlerinin bedenleri yara izleriyle doludur ve atalarını anma adına dövmeleri de vardır )

Anlatmaya çalıştığım, İkilik kavramının sonuçlarından birisi olan ortadoğu’da ki gibi takdis kavramının olmayışıdır. Takdis iyi Tanrı, Ruh yada Doğa güçleri temsilcileri tarafından rahiplere verilir. Ortaasya’da ki ve Türklerde ki Kut kavramı ise hem iyi Tanrı, Ruh yada güçlerden hem de kötü Tanrı, ruh yada güçlerden alırlar. Bu durum Anadolu(kuzey kavimleri), Eski Yunan, ve Çin’de de böyledir.

Türkler Farslar olan savaşlarından sonra ikilik düşünce sistemine girmeye başlar. Türk Fars savaşları öncesi, Türkler ve Çinliler Taozim gibi düşüncelerle dünyayı yorumlamaya çalışır. Türkler Farslarla olan ilişkisinden sonra, Çinliler de Konfüçyus sonrası bu düşünce geleneğini bırakır. Çinliler için daha sonra (türkler de buna dahil) Budizm gibi hareketler olmuş olsa bile, Büyük devrimci (!) mao Zedung;  1949 sonrası hemen Konfüçyus’a sarılır, Çin Komünist Partisi Konfüçyus’u, sözlerini heryere taşır. Budist düşüncesi ise toplum içinden yokedilir.

Avrupa’da ki Rönesans ve Reform hareketleri sonuçu Aydınlar doğa’yı, insanı, evreni bu ikilikten uzak olarak tanımlamaya çalışır. Taa ki Hegel’e kadar. İkilik(dualizm)’i temel almış Hristiyanlık, Yahudilik, İslam gibi inanışlara karşı duran Rönesans düşüncesi Hegel ve ardılları K. marx, F. Engels, F. Nietszche, G. Lukas’la önüne geçilir (kısmen yok edilir) 3 bin, 3 bin 500 yıllık düşünce sistemin ikilik yada onların deyişiyle diyalektik tekrar hortlatılır. Hatta marx’ın düşünce sistemine Bilimsel (!) Sosyalizm bile denir. (Marksizm Rönesans düşüncesinde geri dönüştür aslında)

Günümüzde kendini solcu, marksist diye tanımlayanların İslam’ı, Hristiyanlığı körü körüne savunanlardan pek te bir farkları yoktur.

Örneğimiz Celal Şengör ile ilgili;

Celal Şengör’ü Tv’lere çıkmadan çok önceleri (2000’lerin başları)Cumhuriyet Gazetesinin Bilim ve Strateji ekinde ki yazılarından hatırlıyorum. Orhan Bursalı editörlüğünü yapar ekin. Yıllardır pek değişen birşey yok. Her ikisi de yıllardır aynı Cumhuriyet ekinde yazılarını yazar. Celal Şengör 7-8 yıl önce bir program’da Evrim tartışmasına bir bilim insanı olarak katılır. Program sonrası yıllarda İslamcı bir çok insan tarafından hedef tahtasına oturtulur. Youtube  gibi sitede video hazırlanır, ‘bunun gibi bir hocayı üniversitemizde istemiyoruz’, okuldan ayrılsın imza kampanyası düzenlenir.

Kısa bir süre önce Celal Şengör; 12 Eylül konulu söyleşisinde dışkı’nın (Bok yemenin)biyolojik olarak çokta zararlı olmadığını anlatmaya çalışır. Kafaları herhangi bir islamcıdan (yada tarikatçıdan) pek te farklı olmayan solcu, marksistler tarafından yine hedef tahtasına konur. Kendi üniversitesinde ki bir çok solcu aydın(!) öğrenci ve öğretim görevlisi tarafından okuldan atılması için imza toplamaya başlanır. Bu da yetmez Üniversitede ki odasının önüne dışkı (bok) konur.

Evrimi anlattı diye sağ düşünce tarafından hedef tahtasına koyanlar ile, Dışkı’yı biyolojik olarak anlattı diye kapısına bok koyanlar, aslında aynı düşünce sisteminin insanları...

Bu ülke de olduğu kadar Avrupa’da yada diğer ülkeler de yok, ama tamamen yok anlamında değil. Avrupa’lılar da var. Diğer bütün ülkeler de olduğu gibi. Ben marksist değilim, marksizm saçma sapan bir düşünce dediğim zaman, nasyonalistsin, faşistsin o zaman diyen Avrupa’lılar da var. 

Nasıl bir müslüman için, müslüman olmayan kafirse, gavursa(kafir’in farsça söylenişi) hatta münafık bile olabilir, bir solcu için de, solcu olmayan faşisttir. Bir sonraki aşamasında halk düşmanı bile olabilir. 12 Eylül öncesinden hatırladığımız gibi. Ve bize neler getirdiğini de, bizden neler götürdüğünü de gördük.

Din adı altında yapılanları anlatmaya gerek bile yok.

Fransız bir aydının bir sözü çok hoşuma gider. Din toplumların afyonu ise, marksizmde Aydınların afyonu’dur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.